7 Nisan 2020 Salı

Amerikan Dış Politikası; Koloniden Bağımsızlığa Bölüm-2


Geldik bölüm ikiye. Bu birinci yazıda bahsettiğim kolonilerimiz öyle ellerini kollarını sallaya sallaya bağımsız olmadılar sevgili okuyucularım. Hey! ben bağımsız oluyorum hakkını helal et sağol bizi getirdin bugünlere kadar demekle olmadı bu iş. Bir kaç yıl uğraşıldı, kan döküldü ve emek harcandı. Ancak unutmayınız ki her bağımsızlık mücadelesinin arkasında mutlak bir güç vardır. Çünkü bağımsızlık savaşı belirli miktarda silahlı güç, donanma, para ve siyasi destek gerektiriyordu. Bu amaçla zaten Avrupa kıt'asın da kanlı bıçaklı olan dönemin küresel güçlerin den olan Fransa tam da burada devreye girdi. İngilizler, Amerika kıt'asın da yayılır iken Fransızlara da bulaşmışlar onların kolonilerini de işgal etmişlerdi. Elin Fransızı durur mu hiç?. Zaten topraklarımızı kaybettik, bunlarla da savaşıyoruz diyerekten başladılar kolonilere yardıma. Hatta Thomas Jefersson dediğimiz kurulacak olan devletin üçüncü başkanı, bizzat Fransa ya giderek yardım talep etmiş, siyasi destek sağlamış, bunu yanında Fransızlar silah,cephane, para ve donanma yardımı bile yapmışlardır bu kolonilere. Fransa donanmasıyla İngiliz donanmasını abluka altına almış, yardım gitmesini engellemiş, Amerika kıt'asında ki İngiliz mevcut güçleri yardım alamamış ve Fransa doğrudan Amerikan bağımsızlığında başrol oynamıştır.

Ancak bu başrol kendisine pek olumlu yansımamıştır Fransızların. Bunun da bir sonucu olacaktı tabi. Sen İngilizlere karşı elin kolonisini bağımsız olsun diye desteklersen hele bir de okyanus ötesinde, senin içinde de bir takım kıpırdamalar olacak tabi ki. Dış politikada ki bu anlayış Fransa da 1789 da ki ihtilale sebep oldu doğal olarak. Yani Osmanlı gibi birçok çok uluslu imparatorluğun sonu olacak ulus-devlet modeli ortaya çıktı. Bu olay Amerika Birleşik Devletlerinin resmen ortaya çıkışıdır aslında.

Olaylar gelişmeye devam ederken, koloniler kendilerini bir anda farklı görmeye başladılar. Baktılar bağımsızlık ilan edildi, kendileri bir sistem kurdular dünya da kendilerine bir yol çizdiler. Herkesten bağımsız bir politika izlediler siyasi anlamda geliştirdiler. Ama bunu bir kağıda dökmek gerekiyordu ki Thomas Jefersson önderliğinde 1778 de hazırlanan 1781 de yürürlüğe konan konfederasyon maddeleri imdada yetişti. Fakat her hazırlanan anayasa veya kanunlar gibi bunda da açıklar vardı ki işine gelmeyen birşey olursa konfederasyon dağılabilir onca emek boşa giderdi. 1787 yılında George Washington, John Adams ve Thomas Jefersson liderlerinde bulunduğu 55 temsilciden oluşan Anayasa Konvasyonu resmen Amerika Birleşik Devletlerini kuran anayasayı kabul etti. Dünyanın ilk federal anayasası olarak kabul edilen bu anayasa diğer uluslara ve ülkelere liderlik etmesi bakımından çok özgün bir yapıya sahipti.

Federal özelliklerin yanı sıra Anayasa'nın bir bölümü olan ve 1791 yılında Anayasa'ya değişiklikler şeklinde yerleştirilen bildiri Amerika'nın dünya politikasında ileri fırlamasını sağlamıştır. https://www.facebook.com/




Amerikan Dış Politikası; Koloniden Bağımsızlığa...

Hepimiz biliriz Amerikan dış politikası'nın acımasızlığını. Özgürlük ve bağımsızlık getirmek uğruna ne insanların öldüğünü ne canların yakıldığını. Bu yazımız da Amerika'nın kuruluşunu nereden geldiğini, nasıl küresel bir güç olduğunu biraz daha detaylı bir biçimde anlatacağız.Haydi başlayalım;

Kristof Kolomb (1451-1506)
ABD yani Amerika Birleşik Devletleri'nin esas kökenlerinde, Avrupa'dan İngiliz sömürgeciliği tarafından getirilen kolonilerinin bağımsızlığı yatar aslında. Şimdi, bu İngiltere ki bildiğiniz üzere Osmanlının ve tüm dünyanın başına beladır bunların sömürgeciliği, Amerika kıtasına getirip kolonileşme adına insan bırakıyor ki genişleyelim burada da bizden birileri olsun ticaret yapalım, burada ki doğal kaynakları alalım (şu bilgiyi ekleyelim Amerika kıtasında hatrı sayılır derece de altın ve gümüş kaynakları var)  işleyelim kimseye bırakmayalım diyorlar. Daha sı İngiltere ye gelmeden önce 1492 yılında C.Colombus adlı kaşif amcamız burayı keşfediyor. Kendisi de Cenovalı yani İtalyan kökenli. İspanya kralının himayesinde burayı İspanya için hem keşfediyor, hemde sömürmesine vesile oluyor. Bununla beraber sırasıyla İspanya. Portekiz 17.yüzyılda Hollanda Fransa ve en sonunda İngiltere buraya deyim yerindeyse çöküyor.

Bu sömürgeci büyük devletler, bunları yaparken e burada da yaşayan yerli halklar var. Mesela Aztekler, Mayalar, İnkalar gibi. Avrupalı devletler buraya ayak bastığından itibaren, buraya kendi kültürlerini, dinlerini, ekonomik ve siyasi çıkarlarını yerleştirmeye çalışıyorlar kıta Amerikasına. E tabi diğer halklarda dayanma gücü kalmıyor, Avrupalılar alttan girip üstten çıkıyor, bu halklar ya asimile olup sisteme ayak uyduruyor, ya da tamamen yok oluyorlar. Şunu da belirtelim asimile olup sisteme ayak uyduranlar öyle toprak ağası büyük adam falan olamıyorlar resmen kölelik sistemine ayak uyduruyorlar bildiğiniz köle oluyorlar. Avrupalılar Afrika dan getirdiği köleleri de bu halklarla harmanlayıp kölelik sistemini burada da kuruyorlar ve milyonlarca köle Avrupalı asillerin ve toprak sahiplerinin arazilerinde çalışmaya başlıyor. Size güzel bir örnek vereyim; Amerika Birleşik Devletlerinin üçüncü başkanı Thomas Jefersson'un o dönemde Virginia da bulunan çiftliğinde yüzlerce köle çalışıyordu mesela.

Neyse konumuza dönelim. E tabi şimdi yıllar geçtikçe bu koloniler belli bir ekonomik, sosyolojik,otonom ve siyasi yapıya sahip oluyorlar. 13 İngiliz kolonisi bu koloniler arasında bunları en iyi oturtan ve en iyi uygulayan koloniydi. Zamanla olması gereken oldu bu koloni büyüdü ve etnik çeşitliliğe sahip bir koloni olmuştu. Yani belirli bir güce sahip olmuş, artık palazlanmışlardı. Bu arada sömürgeci İngilteremiz Avrupa da o dönemde başının belası Fransa ile rekabet içerisinde o savaş senin bu savaş benim iktidar ve hakimiyet mücadelesi içinde. En son 1756-1763 tarihinde Yedi Yıl Savaşlarından çıkıyor ama bir çıkıyor ki borç gırtlağa dayanmış, ekonomi problemli, kayıplar had safhada. Bunları nasıl kapayacak bu sömürgeci ülke, e tabiki tüm sömürgecilerin yaptığı bir uygulamayla; vergi alacak ya da ek vergi getirecek. Bilmem size tanıdık geldimi ama günümüz şartlarını düşürseniz tanıdık gelecektir. İngiltere alıyor bu kolonileri karşısına siz diyor zaten güçlendiniz, şimdi ülke zor durumda sizi biz yarattık pamuk eller cebe diyor ve şeker vergisi, Pul vergisi ve çay vergisi adı altında bu kolonilere ek vergi yükleri getiriyor. Koloniler diyor ki ya sen zaten bizden vergi alıyorsun, hem bizi temsil etmiyorsun, buraya bizi attın ilgilenmedin, temsil olmadan vergi de olmaz diyip toptan isyana kalkıyorlar. Bunun sonucunda birçoğumuzun bildiği 1776 yılında o meşhur bağımsızlık bildirgesi okunuyor ve iç savaş başlıyor. 
Orjinal Bağımsızlık Bildirgesi (1776)https://www.facebook.com/

22 Ocak 2015 Perşembe

Araba Teypleri



Bir kere arabada bir teybin varlığı bile meseleydi 90’larda, şimdi rekabet içinde dallanıp budaklanan otomotiv sektörü sayesinde en ucuz modellerde bile elinizle koymuş gibi bulabileceğiniz bir radyo/CD çalar her araçta standart değildi. Öyle ya, alıcılarından sağ dikiz aynasını esirgeyen Renault 9 Spring bir de teyp gibi bir şımarık burjuva lüksüyle mi uğraşacaktı?

Evet, o yıllardaki bir çok mütevazı orta sınıf arabada olduğu gibi, Spring’i eğer teyp opsiyonu olmadan alırsanız orta konsol korkunç bir boşlukla birlikte geliyor, imkanları kısıtlı ailelerin çocukları kendilerini “Böyle daha iyi ya, bir şeyler koyarız hem buraya…” diye kandırmak zorunda kalıyordu. Ancak müziksiz yolculuklar çok sıkıcı olabiliyordu ve bu kimsenin suçu değildi…

Fikrinizi değiştirirseniz arabanıza teyp taktırmak sonradan da yapabileceğiniz bir şeydi. Fakat teybe sahip olmakla iş bitmiyordu, bunu bir de hırsızlardan koruması vardı. Akşam eve gelip arabanızı park ettikten sonra (gerekirse geri vitese takıp alan yaratarak) kızaklı teybinizi yuvasından çıkarmanız, koltuğunuzun altına sıkıştırıp evinize götürmeniz gerekirdi. Yeterince çılgınsanız torpido gözünde de saklayabilir ve boş teyp yuvasını gören hırsızların “Nasıl olsa eve götürmüştür” diye akıl yürüteceğine güvenebilirdiniz.

Bagajında altılı CD değiştirici olan arabalar Amerikan filmlerinde cirit atabilirdi ama bizim gözümüz yükseklerde değildi; teybimizin kaset yuvasına Tarkan’ın Ölürüm Sana kasetini yerleştirdik mi dünyalar bizim oluyordu. Teyp iyiydi hoştu ancak her akşam sök eve götür faslı baymaya başlamıştı. Araba teyplerinin standartlaşmaya başlamasıyla pratiklikten uzak bu sistem kademeli olarak terk edildi. Gelişen teknoloji derdimize deva oldu: kullanıcı dostu yeni nesil araba teyplerinin sadece ön kısmını çıkarmanız yetiyordu. Metalik gri gövde araca entegreydi ve siz kumanda panelini çıkarıp evinize götürdükten sonra hırsızlar gövdeyi çalmadan önce iki kere düşünüyordu.



Bu da üreticileri şu basit mantığa itti: madem tek parçayı söküp götürmek teybin değerini hırsızların gözünde sıfıra indiriyordu, söküp götürdüğümüz parçayı daha da küçültebilirdik o halde. Böylece çipli kartlı teypler türedi. Bu teypler kredi kartı boyutlarındaki özel bir kart ufak yuvasında takılı olduğu sürece çalışıyordu yalnızca, kartı cebinize atıp eve götürdünüz mü koskoca teybin bir değeri kalmıyordu. Artık teybiniz arabanızda olmasına rağmen geceleri rahat rahat uyuyabiliyordunuz.

Gel zaman git zaman bunlar da değişti, özellikle 2000’lerin başından itibaren otomobil teypleri konsola tamamen entegre, söküp götürmesi fiilen imkansız teknolojik birimler olmaya başladı. Buna ek olarak sadece CD çalan küstah teypler türedi. Bu kıl teypler, yılların emeği kaset arşivimizi işe yaramaz kıldı ve biz Atatürk şarkılı Çelik kasetlerimizi evden sonra arabada da dinleyemez olduk. Torbaya doldurulup bir kenara atılan kasetlerimiz birkaç yıl sonra çöpe atan annelerimizi suçlarken bu faktörü de unutmamak lazım aslında.

Yıllar yılları kovaladı, CD’lerle de yetinmez oldu, mp3 çalar kabul etmeye başladı ve teypler teknolojiye doymadı. Ve “Teybi arabada unuttum ya” diye panik halinde apar topar arabasına geri dönen adam da böylece tarihe karıştı…

Sagra Special

‘Ah bir de Nutella kavanozunda boğulsam’ serzenişleri 2000’lere damgasını vurdu ya sevgili müzeseverler, esasında 90’larda bu temenni bir fanteziden ibaret değildi. Hepimizin mahallesinde, hadi bilemediniz karşı mahallesinde, musluğundan gürül gürül çikolata kreması yahut fındık ezmesi akan çeşmeler bulunur, bu hayratlar yaşı tek basamaklı rakamlarda gezinen bütün çocukların azıcık aklını da alır götürürdü… Avrupa’daki yaşıtlarımız mor Milka ineğiyle takılsın, Toblerone piramidiyle İsviçre dağlarına astral seyahate çıksın, umrumuzda değildi o yıllarda, onların sofistike çikolata tüketimine inat, bizim yoğurt kaplarımıza, tencerelerimize, hatta istesek leğenlerimize doldurabileceğimiz, sonu asla gelmeyecekmişçesine akan çeşmelerimiz vardı, dar gelirli ailemiz de bizi Barbie’den ya da Ninja Kaplumbağalar oyuncağından mahrum bıraksa da bir kap dolusu çikolata kreması ile gönlümüzü çelmeyi asla ihmal etmezdi.

Bizi 90’ların başında Çarli’nin Çikolata Fabrikası’nın o meşhur çikolata deresine doğru tatlı bir yolculuğa çıkaran bu rüya dükkanın adını hala anımsayamadınız mı yoksa? Kırmızı, kalpli Sagra Special yazısını unutan tüm nesildaşlarıma teessüflerimi ileterek, size bu harikalar diyarının kapılarını bir yazıyla bile olsa aralamayı borç bilirim. Ordu’lu Sagra markası, İstanbul’u ne ara istila etti açıkçası bu konuda rivayet muhtelif, ama Sagra Special mağazalarının geçmişinin 80’lere dayandığını söyleyebiliriz. Elbette o yıllarda her mahallede en az bir şubeleri yoktu, daha mütevazı yıllarda yaşıyorduk, ‘franchise’ kelimesi bize en fazla ‘fransız’ı falan andırabilirdi ancak 90’ların patlayan tüketim çılgınlığındaki potansiyeli Sagra’nın da keşfedip, bölünerek çoğalması pek uzun sürmedi.

Sagra Special, renkli drajeleri, içi kocaman fındıklı nugat’ları, kalpli çikolataları ile zaten doğası gereği tatlı delisi çocukları ağına düşürmüştü ama asıl silahı mağazanın bir duvarına sabitlenmiş o iki musluktan akan kahverengi-sarı sıvıda gizliydi. Yanlış anlamadınız dostlar, bu çeşmelerden bildiğiniz çikolatalı fındık kreması nazlı nazlı akar, bu muhteşem manzara bizi adeta hipnotize ederdi. Doğruya doğru, Sarelle’yi kavanozu içinde marketlerde de bulabiliyorduk ama, kocaman kabımızı taptaze, sıcacık kremayla doldurmak varken kim o sıkıcı Sarelle’yi tuttururdu ki…

Fakat heyhat, her çıkışın bir inişi vardı, ve bu iniş 90’larda daha bir sarp kayalıklardan aşağıya doğruydu. Yüksek ihtimal farkına bile varmadan ‘ilk Türk franchise’ı olmayı başaran Sagra, ‘franchise veren marka’ etiketini taşıyamadı, marka birden fazla defa el değiştirdi, en son sahibi de ‘Yuh bu kadar mağaza mı olur?’ diyerek Sagra Special’lere son darbeyi vurdu. Şimdi yeni nesil Nutella’ya methiyeler düzsün istediği kadar, bizim bir zamanlar Sarelle çeşmemiz vardı ve musluğundan sıcacık çikolatalı fındık kreması akardı…

SSCB gibi dağılan ülke: Yugoslavya

Eskiden, Slovenya, Hırvatistan, Bosna Hersek, Sırbistan, Makedonya, Karadağ, Kosova'nın tek bir adı vardı; Yugoslavya...
Yugoslavya, İkinci Dünya Savaşı yıllarında Mareşal Tito tarafından Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti altında kuruldu.

Yugoslavya'nın Alman işgalinden Sovyetler'den yardım almadan kurtulması, onun Soğuk Savaştaki dünya siyasetinde büyük bir milli onura ve '' kimseye minnet etmem'' üslubunu takınmasına sebep oldu. Diğer ordusuz ve çaresiz Doğu Avrupa Ülkelerinde Moskova güdümündeki komünist partiler iktidara gelirken, Tito Staline kafa tutarak Yugoslavya'nın bağımsızlığını fiilen korudu.

Ülke, Komünist Partiler Birliği Kominform dan atılsa'da, Doğu Bloğun dan dışlansa da kendisinin ne SSCB'ye ne Doğu Bloğu'na ne de Varşova Paktına biat ettiği yoktu. Yugoslavya, SSCB'nin çıkarlarını komünizmin çıkarlarına tercih eden Moskova tarafından hep dışlandı ve bu vesileyle Soğuk Savaştan bıkan bağlantısızlar hareketinin kurucularından oldu.

Moskova ile ipler koptuktan sonra SSCB modelinden ayrılsa da Yugoslavya, ne doğuya ne de batıya kapıyı kapatmadı, ancak iki kapıdan da içeriye tam girmedi. Kendisi de Hırvat olan Tito, Yugoslav kimliğini 1980 yılına kadar korudu. Ancak 4 Mayıs 1980 hayatını kaybetti. Zaten ne olduysa ondan sonra oldu.
Mareşal Tito



Yugoslavya Tito ölünce siyasi ve ekonomik bunalıma girdi.1990 lı yıllara kadar zor bela ilerleyen Yugoslavya, kader ortağı ve rol modeli Sovyetlerin 1991'de iflas etmesiyle iyice içinden çıkamayacağı ve dağılacağı sorunların içine girdi.

1991’e gelindiğinde ise Slavlar kimi Katolik, kimi Ortodoks, kimi de Müslüman olduğu için, kiminin Europa yazdığını kimi Európa yazdığı için artık daha fazla birlikte yaşayamayacaklarına kanaat getirdi ve önce Slovenya, ardından Hırvatistan, daha sonra da Bosna ve Makedonya Yugoslavya’dan bağımsızlıklarını ilan etti.

90’lara damgasını vuracak Yugoslav Savaşları da böylece başlamış oldu. Önce Hırvatistan – Sırbistan arasında başlayan savaş serisine 1994’de Bosna’daki akıl almaz insanlık dramları, 1999’da da Kosova’da yaşananlar eklenecek ve bir zamanlar Balkanlar’daki en istikrarlı ülkelerden biri olan Yugoslavya coğrafyası istikrarsızlık, savaş, acı ve gözyaşı ile eşanlamlı hale gelecekti.

Yugoslavya’nın ve federe Sırp devletinin lideri Slobodan Miloşeviç 1990’lara damgasını vuran isim olacaktı. Çeşitli savaş suçları ve insanlığa karşı işlenen birçok suçla suçlanan Miloşeviç, Yugoslav Savaşları’ndaki şiddetin en büyük sorumlularından biriydi.
Sloban Miloseviç


Eşitlikçi bir anlayışa sahip Hırvat Tito’nun aksine Sırp Miloşeviç, Yugoslavya’nın Sırp merkezli bir devlet olarak tutmak istiyor ve ayrılıkçı güçleri gerekirse zor kullanarak Belgrad’a bağlı tutmak amacıyla tetiği çekmekte bir beis görmüyordu.

90’lar Yugoslavya’ya mezar oldu. Ancak, çeşitli şartların bir gereği de olsa, kendi çıkarlarını komünist ideallerin önünde tutan SSCB’ye kıyasla çok daha başarılı bir sosyalizm denemesi olan bu ülke, davulun uzakten gelen en hoş sesiydi belki de.

Yugoslavya ismi bir süre daha kullanılmaya devam etti, fakat SSCB-Rusya çelişkisi ile bocalayan genç beyinlerimiz gazetelerde sürekli şekil ve isim değiştiren bu ülkeyi atlas ve ansiklopedilerimizdeki haliyle kıyaslamaktan yoruldu. Ancak yorulan sadece bizler değildik, herkes bu coğrafyanın güncel halini takip etmekten, Yugoslavya’dan kaç ülke çıktığını saymaktan bitap düştü, bir zamanların en güçlü milli futbol ve basketbol takımları da böylece tarihe karıştı…

20 Ocak 2015 Salı

Formula 1 Efsanesi: Ayrton Senna

Formula 1 pistlerinin efsanevi pilotu Ayrton Senna'nın trajik hikayesi 80 lerin sonuna 90 ların başına denk geliyor.                                                                                                                                            

Ayrton Senna Formula 1 kariyerine 1984 yılında Toleman Hart takımıyla başladı. İlk sezonu, takımın o dönemin vasat takımlarından olması nedeniyle pek iyi değildi. Ancak 1984 Monaco Grand Prix'inde ki ikinciliği çoğu takımın dikkatini çekmişti bile. 1985 yılında Lotus takımının, Renault V12 motorlu siyah üzerine John Player Special yazılı aracının direksiyonundaydı. Estoril de ilk galibiyetini alırken sezonu 4.bitirdi.

1986-1987 yıllarında, Lotus ile yarışan Senna, 1988 yılında Ron Dennis'in dönemin en iyi ekibi Mclaren Honda'ya transfer oldu. Orada, takım arkadaşı ''Profesör'' lakaplı Fransız Alain Prosttu. 
1988 Ayrton Senna- Alain Prost

Senna 1988 sezonunda ayağının tozuyla geldiği Mclaren de şampiyon oldu. Alain Prost, bu yeni yetme yeteneğin kendi yerini tehdit ettiğinin farkındaydı. İkili arasında ki rekabet 1989 yılında yerini anlaşmazlığa ve öfkeye bıraktı.

1989 da şampiyon, Japonya Suzuka pistinde belli olacaktı. Senna yarış dışı kalırsa Prost, Prost yarış dışı kalırsa Senna şampiyon olacaktı. Yarışın bitimine 5 tur kala Prost virajda boşluk bulup kendini geçmeye çalışan Senna'ya çarptı. Pistin dışına çıkan ikiliden Senna hemen toparlandı ve piste geri döndü. Ardından aradaki farkı 5 tur gibi kısa sürede eriten Senna yarışı kazandı. Ancak siyaset ve politika ile dönen FIA, şampiyonluğu sudan sebeple Senna'dan alıp Prost a verdi.
Senna-Prost 1989,
Suzuka Grand Prix
Fakat hem Senna hemde Prost'un patronu olan Ron Dennis, bunun bir haksızlık olduğunu, sezon başından beri böyle olaylara ceza verilmediğini söylüyor, açıkca Senna'nın tarafında yer alıyordu. Fakat FIA tüm itirazları reddediyordu. Bunun üzerine Prost takımın kendine adil davranmadığını söyleyerek ve Senna ile çalışmanın imkansız olduğunu dile getirerek takımdan ayrılıyordu.

1990 yılında, tarih tekerrür etti. Bu sefer 1989 da yaşananların tam tersi olacaktı. Prost yarış dışı kalırsa Senna şampiyon olacaktı. Büyük bir çekişmenin ardından şampiyon tekrar son yarışta belli olacaktı. Yer Japonya, Pist Suzuka idi. Yarış başladı ve yarışın hemen başında Prost kendini geçmek için atak yapan Senna'ya çarpınca her ikisi bir kez daha yarış dışı kaldılar. Senna 1990 yılında 2. şampiyonluğuna uzandı. Spor tarihinde ki en öfkeli rekabet doruğa ulaşıyor, Formula 1 reytingleri tavan yapıyordu.
Tarih Tekerrürden İbarettir...
 

1991 yılında aracı eleştiren Prost, Ferrari'den kovuldu. Senna ise çok rahat bir şekilde üst üste 2, kariyerinin 3. şampiyonluğuna ulaştı.

1992 yılı Williams Renault'un bulduğu denge kontrol ve aktif süspansiyon sayesinde Williams'ın hegemonyasında geçti.

1993 yılında Alain Prost mükemmel Williams ile yarışmak için imza atıyor, sözleşmesine '' Senna ile aynı takımda çalışmam'' maddesi koyduruyor ve kariyerinin son şampiyonluğuna uzanıyor, Senna ise ikincilikle yetiniyordu.

Senna daha iyi bir takıma gitmek istiyor ve Alain Prost'un emekli olmasıyla 1994 sezonunda Williams'a transfer oluyordu. Fakat FIA, denge kontrol sisteminin diğer takımların aleyhine olduğunu öne sürerek denge kontrol sistemini yasaklıyordu. Aslında neden bu değildi. Asıl eden yarışları domine eden Willimas'ın, para gelirini düşürmesiydi. Tabi ki bu davranış, sürekli FIA'yı politika ile suçlayan Senna yı haklı çıkarıyordu.
Ayrton Senna Williams'ta
Zaten, San Marino Grand Prix'inden sonra pek bi önemi kalmayacaktı. İmola pistinde olanlar, tarihe kara harflerle yazılacaktı.

29 Nisan Cuma günü aşırı tehlikeli bir pist olan İmola pistinde geleceğin yıldız adaylarından Rubens Barrichello, start düzlüğüne giren son virajda ciddi bir kaza geçiriyor, fakat kazayı hafif sıyrıklarla atlatıyordu. 30 Nisan Cumartesi günü antreman turlarında kariyerine henüz başlamış olan Avusturyalı pilot Roland Ratzenberger, 300 kilometreyle duvara çarpıyor, fakat Barrichello kadar şanslı olamayıp hayatını kaybediyordu.

Bu kadar olaya rağmen yarış iptal edilmedi. 1 Mayıs 1994 günü İmola'da yarış başlarken J.J Lehto, Pedro Lamy'nin Benetton'nuna arkadan çarptı. Sağa sola fırlayan parçalardan yaralananlar oldu. Güvenlik aracı piste girdi ve 6 tur boyunca yarış böyle devam etti. Yarışın 7. turunda Senna, saatte 310 km/h hızla kötü şöhretli Tamburello virajına girdiğinde pistlerden bir yıldız kaymıştı. Senna aracın kontrolsüz gidişatına frenleme yaparak engel olmaya çalışmış, ancak 211 kilometre hızla duvara çarpmış ve hayatını kaybetmişti.

Mclaren de takım patronu olan Ron Dennis çalıştığı en iyi pilot olarak Sennayı gösteriyor. Formula 1 tarihinin en başarılı pilotu olarak kabul edilen Senna ölümüyle herkesi yasa boğsa da ölümünün üstünden yıllar geçmesine rağmen hala unutulmamaktadır.
Senna Cenaze Töreni


17 Ocak 2015 Cumartesi

Galatasaray

Sevgili Blog okuyucularım, şimdi blog ta sıra geldi dört kez üst üste olmak üzere 6 kez lig şampiyonu olan, her yıl Şampiyonlar Ligine katılan ve bununla da yetinmeyip üstüne UEFA Kupası ve Süper Kupayı kazanan 90'ların en başarılı takımı Galatasaray'a.

Aslında bizim dönemimize iyi giren takım Beşiktaş'tı. Metin-Ali-Feyyaz üçlüsüyle 1989-1990, 1990-1991 ve 1991-1992 yıllarında şampiyon oldu. 1992-1993, 1993-1994 sezonlarında Galatasaray, Kova Hayrettin, Hakan Şükür, Tugaylı kadrosuyla ipi göğüsleyen taraf oldu. Fakat bu sezonlardan sonra Galatasaray frenledi ve 1994-1995 sezonunda şampiyon olan taraf Beşiktaş'tı. Bir sonraki sezon Fenerbahçe, bu on yılda ki ilk ve tek şampiyonluğunu kazandı. 1996 yılı, hafızalara kazınacak, Türk futbolunun çıtasını yükselttiğini kanıtlayacak olayların başladığı yıl olacaktı.

Galatasaray'ın bu kadar hızlı yürümesinin sebebi, Hakan Şükür, Emre, Okan, Ümit, Ergün, Suat gibi oyuncuların Hagi gibi bir lokomotifle desteklenmesiydi. Daha önce Real Madrid, Barcelona takımlarında forma giyen Hagi'nin Galatasaray'a katılmasıyla Galatasaray'ın çağı başladı.
Hagi Galatasaray'da...

Hagi gelir gelmez ülkemizde bir sürü eleştirinin odak noktasıydı. Kariyeri, yaşı derken Hagi oynadığı futbolla, attığı gollerle verdiği akıl dolu paslarla cevap verdi bunlara. Aynı zamanda Haginin kariyeri boyunca en fazla forma giydiği takım oldu Galatasaray.

Galatasaray, 1996-97, 1997-98, 1998-99 ve 99-2000 yıllarında dört kez üst üste şampiyon oldu. Bununla da yetinmedi Galatasaray, Athletic Bilbao, Milan, Herta Berlin gibi takımlarla Şampiyonlar liginde boy gösterdi. Ardından Avrupa'nın kalelerini sırasıyla fethederek Bologna, Borussia Dortmund, Real Mallorca ve Leeds United'ı eleyerek finalde Arsenal'in rakibi oldu. 90'lar çocuklarının belkide izlediği en heyecanlı maç buydu. Galatasaray Hagi'nin atılmasıyla 10 kişi kaldı, Bülent Korkmaz sarılı kol ile oynadı ve nice goller kaçınca, maç uzatmalar dahil 0-0 bitince, iş penaltılara kaldı. Arsenal, Davor Şuker ve Viera ile penaltıları kaçırdı, Ergün, Hakan, Ümit Seaman'ı avladı ve son olarak Popescu'nun penaltısı kaldı. Nefesler tutuldu, Popescu attı ve olanlar oldu. Galatasaray UEFA Kupasını kazandı, yetmedi 2000 yılında kadrosunda ufak rötuşlar yaparak Real Madrid'i yenip birde Süper Kupayı kazandı.
UEFA Kupası Galatasaray'ın

Kaptan Bülent ve Kral Hakan Şükür Kupayı Kaldırmadan
Hemen Önce


2000 li yılların hemen başında başarılı olsa da 2000 ler Galatasaray'a yaramadı. O dönemden geriye sadece ''Dört sene üst üste şampiyon olduk, Avrupa'nın kralı olduk'' tezarühatı kaldı....